Reyhan Yıldırım'la Çevrimiçi Söyleşi

Şengül Can, Özlem Şan
Ben hiçbir zaman kolay yazamadım. İçimdekilerin edebi tümce olarak oluşa geçtiği an dökülen sırlarından mustaribim. Tam da bu yüzden zor yazmak. Yazmak var yazmak var, derim hep. Ardında aşırı güven, kibir ya da bilmişlik aranmasın dilerim. Çünkü bir yaz akşamında ansızın beliren tatlı bir esinti gibi ferahlayarak yazan, yazdıklarıyla gözlem güçlerini ortaya koyan, anlaşılabilirliği yüksek ve kalıcı pek çok yazanın aksine ben yazmaya başladığımda hep bataklıklara girerim. Kurduğum her yeni cümle ile daha çok yapışırım özüme. Ikınıp sıkınmak doğru deyim olabilir. Benim en sık ‘olmuyor’ dediğimi duyabilirsin. Bütün bunlarla birlikte, mucize gibi, derinlerimde yanıp sönen yıldızlı bir damarın varlığından haberdarım. Yazmayı bırakmıyorsam, nedeni budur.

Özlem Şan: Bugünlerde neler okuduğun, günlerinin nasıl geçtiğiyle başlayalım?
Reyhan Yıldırım: Benim profesyonel hayatım devam ediyor. Danışmanlık, eğitmenlik ve koçluk yapıyorum. Bunlar genellikle kurumsal çalışmalar. Ayrıca Yeşim Cimcoz Yazıevi'nde mitoloji, psikoloji ve kurmacayı bir araya getiren bir atölye çalışması gerçekleştiriyorum. Yazıevi Kadıköy'de. Yakında Avrupa yakasında Galapera Kültür ve Sanat Derneği'nde de başlatacağız aynı çalışmaları. Ben aslında mühendisim. Ağırlıklı olarak bilişim sektöründe çalıştım. Yıllar sonra çok istediğim felsefe eğitimini almayı başarabildim. Lisans programını bu sene bitirdim ve yüksek lisansa başvurdum. Kabul edildim. Yani aynı zamanda Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde felsefe yüksek lisansı yapıyorum. Felsefe, eylülden beri tadına doyulmaz bir ağırlıkla hayatımı işgal etti. Hepsiyle birlikte en sevdiğim şeyi, yazmayı da sürdürüyor, dergilerde de paylaşıyorum. Doğal olarak gece 3'ten önce yatamıyor, sabah 7'den sonraya kadar da uyuyamıyorum. 

Neler okuduğuma gelince... Ana Düşünürler dersimde temel olarak Kant ve Heidegger okumaları yapıyoruz. Bilim ve Siyasette Marx, Weber, Lassman, Löwith, Velody, Jordanova, Mannheim, Marcuse, Merton, Polanyi, Schütz, Popper... geniş bir okuma listesini takip ediyoruz. Uygulamalı Etikte özel bir konuyla ilgileniyorum, Embriyodan Kök Hücre Hasatı... Dolayısıyla onlarca makale okuyorum. Tartışma konuları çeşitlendikçe hatırlamak üzere tekrar okumalar yapmamı gerektiren birçok başka felsefeci de çıkıyor yoluma. Bunlar felsefe ile ilgili. Ya edebiyat, derseniz eğer.... Henüz bitirdiğim kitaplardan birini halk kütüphanesinde buldum: Simone de Beauvoir’ın Sade'ı Yakmalı mı? adlı deneme kitabını. Nicolas Bourriaud'un İlişkisel Estetik'ini okumaya devam ediyorum. Helikopter Yayınları'nı çok severim. Geçenlerde Kırmızı Kedi'ye uğramıştım, okumadığım iki güzel kitap buldum ve aldım. Okumaya başladığım bu kitaplar Yourcenar'ın Bir Ölüm Bağışlamak'ı ve Robert Musil'in Üç Kadın'ı. Sırada pek çok kitap var beni bekleyen. Tabii dergileri de unutmayalım. Mümkün olduğu kadar, düzenli okuyup bitirememekle birlikte, illa ki okunacaklar olarak en azından almaya gayret ediyorum. Otobüs, vapur, metro... çok seviyorum oralarda geçen zamanlarımı. Bostancı-Bomonti arasında ölçülebilir olandan daha fazla yol kat ettiğimi söyleyebilirim :) 

ŞengülCan: Yazmak, yazı demişken Reyhan, şunu sormak istiyorum, Yazma hallerin, son kitabının önsözünde de dile getirdiğin o dağınıklık, yazma ve yazamama hali, bu hal seni nereye ait kılıyor ya da bir yere ait kılıyor mu?

Reyhan Yıldırım: Evet, kılıyor Şengülcüğüm, hayata ait kılıyor. Afili cümleler kurabiliyorum. Hayatım boyunca kendimi ifade etmekte hiç zorlanmadım. Doğrudan ve güçlü ifadelerimle şaşkına çevirdiğim insanlar da olmuştur. Ancak bunun sadece deneysel açıdan bir önemi var. Ben hiçbir zaman kolay yazamadım. İçimdekilerin edebi tümce olarak oluşa geçtiği an dökülen sırlarından mustaribim. Tam da bu yüzden zor  yazmak. Yazmak var yazmak var, derim hep. Ardında aşırı güven, kibir ya da bilmişlik aranmasın dilerim. Çünkü bir yaz akşamında ansızın beliren tatlı bir esinti gibi ferahlayarak yazan, yazdıklarıyla gözlem güçlerini ortaya koyan, anlaşılabilirliği yüksek ve kalıcı pek çok yazanın aksine ben yazmaya başladığımda hep bataklıklara girerim. Kurduğum her yeni cümle ile daha çok yapışırım özüme. Ikınıp sıkınmak doğru deyim olabilir. Benim en sık ‘olmuyor’ dediğimi duyabilirsin. Bütün bunlarla birlikte, mucize gibi, derinlerimde yanıp sönen yıldızlı bir damarın varlığından haberdarım. Yazmayı bırakmıyorsam, nedeni budur. Sözünü ettiğin dağınıklığın ardında yatan şey! O damara kazdığım her noktadan varamıyorum. Buluşmanın hangi koşullarda gerçekleşeceği son derece belirsiz. Yolum damara çıktığındaysa oturup ağlıyorum; kavrayış, dil büyüsü, haz… Yazmak benim için benden bana bir yürüyüş. Dünya, vesile. Hâlâ büyüyorum. Anlayacağın hikâye etmek değil ilgilendiğim. O yüzden kör gözüm parmağına ilişkisellikler (izlekleri kümeleme) benim edebiyatımın göstereni olmayacak hiç. Görünen o ki dağıla dağıla kuracağım yazma serüvenimi.

Özlem Şan: Peki ya ilk kitap da böyle mi yazıldı? Geriye dönüp baktığında Bazıları Çok Üşür'ün duygusunu nasıl tanımlarsın?

Reyhan Yıldırm: İlk kitapta da aynı dağınık düzen hakimdi Özlemciğim, ama yazma süreci aynı değildi. Edebiyat henüz sorumluluğunu üstlenmek gereği duyacağım kadar açmamıştı örtüsünü bana. Okur olarak tutkulusuydum. Yazma eylemi üzerine, hatta kendim üzerine bile çok daha az düşünmüştüm sanırım. Oradaki öykülerde de farklı yazım denemeleri vardı var olmasına da, daha çok genel bir mesaj kaygısı güdüyordu kitap: İnsanları en çok en yakınındakiler yaralar, gibi. Benden bana değil, benden dünyaya bakan bir anlayışla, 'ben' dışında kalana karşı duyulan sorumlulukla ve onunla ilişki başlatma arzusuyla yazılmış öykülerdi. Daha temiz bir insandım o zamanlar, görülmek ve beğenilmek konusunda daha istekliydim. Şimdi ben ve dünya arasında açık olan cephelerin çoğu yoktu. Duygusu... genç, iyimser, hassastı sanırım. Şimdi cüretkârlığım arttı. Cüretkârlık, hareket enerjisidir. Yanıtımı, o kitaptan bu yana geldiğim noktayı da kurulan bir zemberekle benzeştirsem yeridir, diyerek noktalayayım.

Şengül Can: Son kitabını internet siten üzerinden yayınladın. Buna nasıl karar verdin? Yayıncılık ile ilgili konuşalım biraz. Tepkiler nasıldı? Bir yazar dosyasını bir yayınevine götürdüğünde neler yaşıyor, yaşadın?

Reyhan Yıldırım: Yayınevleri benim için tam bir muamma. Aynı zamanda birer işletme olduklarından, ticari kaygılarının seçimlerindeki belirleyiciliğini anlıyorum. Benim anlamadığım şeyler, başka. Bakalım sizi, bunları açık edecek denli dürüstlükle yanıtlayabilecek miyim?

Şöyle başlayayım: İlk kitabım, Kanguru Yayınları’ndan çıktı. Ne güzel bir şansmış! Gerçi o zaman yayınevinin dağıtım sıkıntıları yüzünden belli belirsiz bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Yine de kitabım basıldı, edebiyata duyduğum saygı ve sevginin mesajı gerekli yerlere ulaştı. Bazıları Çok Üşür yılın değerlendirmelerine alındı. Örneğin benim çok sevdiğim bir yazar olan sevgili Behçet Çelik kitabım hakkında incelikle yazdı. Yazarlığı kadar insanlığına da tutkulu bir hayranlık duyduğum Leylâ Erbil’in, evine konuk giden bir başka değerli edebiyatçı dosta, Hülya Soyşekerci’ye kitabımı tavsiye ettiğini Hülya’dan duymak inanılmazdı.

O yıllarda biz Berat Alanyalı ile Öykülü Perşembeler adını verdiğimiz haftalık bir etkinlik düzenlemeye başladık. Etkinliğimize yazarlar davet ettik, ama kendilerini bize anlatsınlar diye değil, biz onlara onların edebiyatını nasıl alımladığımızı yüz yüze anlatalım diye. Davet ettiğimiz her yazarın bütün yapıtlarını okumuş, en az bir, bazen birden fazla öyküsüne yakın okuma yapmış, katılımcılarımıza ve yazarlarımıza görsel hafıza oluştursun diye sunumlar hazırlamış oluyorduk. Haftanın her günü en az on beş saatimizi ayırarak sürdürdüğümüz etkinlikte yirmi dört öykücümüzü okurların dikkatine sunduk. Okur ve yazarları yeryüzünde buluşturan pek mutlu haftalardı bunlar. Çok öğrendik, çok düşündük. Bütün etkinlikler metne dönüştü, dergileri de beslediler.

Aynı dönemlerde özellikle Pen Kadın Yazarlar Komitesi çok verimli çalışmalar yürütüyordu. Ben de diğer yazar arkadaşlarım gibi konuşmacı olarak davet edildim, etkinliklere. Örneğin, sevgili Nezihe Meriç’in karşısında olmak, ona ve sevgili arkadaşlarına yine onun hakkında konuşmak, eşsiz bir duyguydu.

Selçuk Baran, Berat ve benim aracılığımla, sevgili Nalan Barbarosoğlu’nun da desteğiyle önce panel oldu, sonra nihayet sislerin arasından kurtuldu, kitaplarının yeniden basımları gerçekleşti. Oysaki biz tüm külliyesine ulaşmak için ne çok zahmet çekmiştik.

Koşullar uygun olduğu için kendimizi kapıp koyuverdiğimiz yoğun günlerin ardından, giderek kendimi ‘yazan kişi’ den bir merhale ilerde, ‘biraz daha yazar’ saymaya başladım. İkinci dosya da yavaş yavaş oluştu.

En büyük takıntım tek kitaplı yazar olmaktı. Bunun İshak gibi büyük bir yapıt ortaya koymadıkça ya da sevgili Nursel Duruel gibi öykücülüğümüzü eşsiz iki kitapla taçlandıramadıkça iyi bir gidişat olmayacağının bilincindeydim. Fakat hangi yayınevine, nasıl gidecektim? İstanbul’da yaşadığım için, işlerin İstanbullu bir yayınevi ile daha kolay olacağını düşünüyordum.

Ön hazırlık olarak görüş istediğim iki değerli dostum, Nalan Barbarosoğlu ve Ömer Lekesiz, dosyama, deyim yerindeyse editörlük desteği verdiler, dar zamanlarından ayırıp. Beni yüreklendirdiler. Sevgili Leylâ Hanım, dost okumalarıyla gönendirdi beni. Birçok yazar arkadaşım bu dosyada yer alan kimi öykülere kolektif kitaplarında yer verdiler. Öykülerin sanırım hepsi dönemin edebiyat dergilerinde yayımlandılar.

Ömer Bey ve Leylâ Hanım’ın yayınevi önerileri oldu. Sel Yayınları Ömer Bey’in önerisiydi. Leylâ Hanım ise kitabımda, benim hâlâ ne olduğunu bilemediğim bir yenilik bulunduğu görüşündeydi ve bana, bunu en iyi değerlendirecek isimlerin ‘Raşit Çavaş’ ve ‘Faruk Duman’ olacağını, gerek duyarsam kendi ismini de vererek dosyamı kendilerine ulaştırmamı söyledi. Ne yazık ki üç yayınevi de dosyamı reddetti. YKY standart bir ret mektubu gönderdi. Faruk Duman Bey, dosyamın üzerinde çalışılmış olduğunun anlaşıldığını, ama kararı yalnızca kendisinin değil, Can Yayınları'nın kararlar için oluşturduğu bir kurulun verdiğini ve kurulun dosyamı kabul etmediğini telefonda da bildirdi. Sel Yayınevi ise dosyanın edebiyatla hiç buluşmadığını iletti, e-posta ile. Örnek alınarak gerekçelendirilen öyküm, ‘Bana Hayatı Dışımda Bırakmayı Öğretebilir misin?’ idi. Bir ara Dedalus ve Yitik Ülke’yi düşündüm, ama onların da kendi yoğun programları arasında bana sıra gelip gelmeyeceği belirsizdi. Sonunda çok sıkıldım. Kitabımı para verip bastırmamak konusunda da kararlıydım.  Zaten zaman çabuk geçti. Derken sevgili Leylâ Erbil’i kaybettik.

Leylâ Erbil’in zekâsının, tatlı sohbetlerinin, incelikli mizah anlayışının, kişisel zarafetinin, eşsiz edebiyatının ardına kaldığımda büyük üzüntü duydum. Özlem duygum, onun kaybından yaşadığım üzüntü hala capcanlı.  Önceki paylaşımlarımız nedeniyle kitap onun olsun istedim, ona olsun istedim. Sessiz bir adayıştı bu aslında. Elbette elektronik ortam, özellikle Facebook’ yeterince bilinirlik yaratıyor. Yine de ben sosyal medyada arkadaş kabulü konusunda seçiciyim, yani benim arkadaşlarım edebiyata değer veriyor. Dolayısıyla medyatik değil, dostça/dostlar arasında bir adayış oldu bu. Ayrıca kitabımı bir meta olmaktan çıkardı, bendeki değerine de değer kattı. Ayrıca bugünümde, kimi kendi ürettiğim şeyleri bile bedelini ödeyerek alamadığım yabancılaşma koşullarımda, bence kapitalizme bir fare üfürüğü niyetimi de yerine getirdi. Gelecekte sistemden bu anlamda başka küçük ısırıklar almayı da planlıyorum.

Son olarak duygularıma değineyim… Kitabımdan hiç de emin değilim. Severek yazdım, ancak gerçek okuyucuda nasıl bir izlenim bıraktığı konusunda sınırlı bilgim var. Genellikle  Facebook’tan yazdığım sivri dilli mesajların seveni çok. Bununla birlikte öykü falan paylaşırsam beğeni düğmesine pek de tıklayan yok. Demek ki ulaşmıyor herkese. Kendime söylediğim şey şu: Olsun, çok zevkliydi yazmak. Yeni kulaçlar atmak konusunda tutarlı olur, soluğumu düzenleyebilirsem bu denizi geçerim ben. Fakat durun, kaçak oynamayıp gönderdiğim yayınevlerinden ret cevabı geldiğinde, kalbimin tüm adalelerinde yanma hissettiğimi, itiraf edeyim. Ben, üstünü ne kadar örtersem örteyim, sonunda gayet duygusal, gayet sosyal, gayet ‘biri’yim. 

Şengül Can: Evet, hepimizi üzdü bu kayıp. Reyhan senin de ifade ettiğin gibi hiç istemedik ama gitti. Şu merak ediyorum. Berat Alanyalı ile yaptığınız yakın okumalar üzerinden zaman geçmiş olmasına rağmen hâlâ önemli bir yerde duruyor. Leylâ Erbil de çalışma yaptığınız isimlerden, o süreci ve yazarın bu projeye tepkisini, bu süreci anlatır mısın?  

Özlem Şan: Ben de şöyle bir ekleme yapayım: İlerde yine benzer bir proje düşünüyor musunuz?

Reyhan Yıldırım:
"Sevgili Berat ve Reyhan, 
Çok mutlu bir gece geçirdim, ummadığım entelektüel düzeyiyle. Yorumlarınızı kutluyorum. Sizleri tanıdığım için sevinçli ve heyecanlıyım."
Tarih 22.02.2007 idi. Çok heyecanlıydık Berat'la. Leylâ Hanım o günlerde iyileşmeye çalışıyordu. Arada hastalığı nüksetmiş, onu fazlasıyla hırpalamıştı. Geceye Nursel Hanım'la (Duruel) birlikte geldi. Üç öyküye yakın okuma yapmıştık. Beş saat sürdü etkinlik. Büyük bir nezaketle dinledi bizi. Bittiğinde hepimiz çok yorgun, çok da mutluyduk. Kimsenin tanımadığı iki kadındık... Gelmiş olması bile mucizeydi. Kaldı ki o kadar saat oturdu, kalkıp gitmedi. O gün bu gündür benim için yeri hep ayrı oldu. İnan ki gözlerini bile özlüyorum. Duyarlı, sorumluluk sahibi, güçlü, dopdolu, şahane bir kadın! Bana güven veriyormuş varlığı. Vefat etmeden sayılı gün önce, hastanede yatarken, Feryal Tilmaç ve Nalan Barbarosoğlu'yla  ziyaretine gittik. Bilinci yarı yarıya kapalıydı. O haldeyken dahi yurdun güncel halleriyle hesaplaşıyor, çareler düşünüyordu. Anla işte, o denli sahiciydi 'asi'liği. O güzel yüreğe, o özel beyne hak ettiği ilgiyi, sevgiyi verebildik, hak ettiği gibi saygı gösterebildik mi, bilemiyorum. Onu tam olarak anladığımızdan bile emin değilim aslında.  
Şimdilik düşünemiyorum Özlemciğim. Aslında çok isterim. Fakat araya sıkıştırılacak bir çaba değil. Belki koşullar gelecekte elverir. 

Özlem Şan: “Hiç kimse bilmez aynaların bildiğini" diyorsunuz bir öykünüzde. Ben bu sözden yola çıkarak şunu sormak istiyorum, her şey yazılabilir mi, bu her şeyi yazma hâli ile kadın yazarlık durumunu bağdaştırabilir miyiz, bu kadın yazarlar için olumsuz bir durum mudur, bazı noktalarda hep aynı izleklere çıkmaları mesela?

Reyhan Yıldırım: Bu tümce ‘Ben, Senim!’ isimli küçüreğimden. ‘Ben, Senim!’,  metaforlarla çoğaltılmış bir öyküdür. Ayna, bu öykü içinde, arka odalardaki sessiz tanıklığıyla yer aldıysa da, öykünün asıl metaforları başkadır.  Aynaya atadığım biçimsel görevin, küçük kızı ve yaşananları açıkça görmesini sağlamak üzere, okura mesafe aldırmak olduğunu söylemeliyim. Elbette, çok daha derin anlamlar yükleyebileceğimiz bir sembol. Bununla birlikte ‘Ben Senim!’in  metaforları derin bir yarayı andıran ağızla makaranın karnından sarkan ve yılanı andıran orlon iptir.

Özellikle çocuklara yönelik taciz ve şiddeti yazmak hiç kolay değil. İnsanın insanla yüzleşmesini gerektiriyor. Vicdanın doğuştan gelen bir kod mu, yoksa ‘oluş’ta kurulan bir yeti mi olduğunu sorgulatıyor. Bunlar bir yana, evet, her şey yazılabilir, yazılmalı da. Özellikle de her bakımdan sağlıksız coğrafyalarda. İş ki yazının yolu, ne dilin ne de duygunun pornosundan geçsin!
Yazan kadınları bununla nasıl ilişkilendirebiliriz, ben bilemiyorum. Erkeklerden farklı olarak yaşadıkları doğum ve annelik gibi deneyimler, metni derinleştiren öğeleri (bu yönde) çeşitlendirebilir. Ancak, anne olamamaları sebebiyle erkeklerin, aynı konuya, daha az ya da eksik duyarlılıkla yaklaşacaklarını savlamak da akla uygun olmayabilir.
Kadınların hep aynı izleklere çıkması meselesine gelince… Toprağımız burasıdır. Burada cehalet vardır. Burada kör gözüm parmağına cinayetler, faili meçhuller, nefret, adaletsizlik, kaybolup dönememeler, burada tecavüzler, masum insanları katil edebilen töreler… vardır.  Tüm bu kötülükler, metinlerimizin erimindeki adreslerde yaşanmaktadır. Bu nedenle bir izlek kümelenmesinden söz edilebilir. Kadın ve erkeklerin cinslerine özel kümelere yönelmeleri olasılığına gelince (varsayımınızın bu olduğunu düşünebilir miyim?); bence yazan kişi için yönelimler, yazarın güncel derdi neyse onunla ilişkili ve politiktir. Yoksa yukarıdakilerin hangisi yazılmaya daha az değer olabilir ki? Gerçi bu sorunun en doğru yanıtı edebiyat sosyolojisi disiplininde. 

Şengül Can: Kitabında bazı bölümlerde Kötülüğün Sıradanlığı kitabındaki gibi delillerle konuşuyor anlatıcı, tutanaklar elindekileri kanıtlamak istemiş gibi, bu sende bir teknik mi, yoksa kötülüğün sıradanlığına inanıyor musun?

Reyhan Yıldırım: Ne güzel bir soru… Kitabım ve yazma eylemimle ilgili olması bir yana, beni meşgul eden ‘kötülük’ meselesine ilişkin düşüncelerimi geliştirmem için bir davet adeta. Teşekkür ederim. Sözünü ettiğin kitap, Hannah Arendt’in özel bir dava üzerinden özgürlük ve adalet ilişkisini tartıştığı sarsıcı bir yapıttı. Totaliter yönetimlerin birey olma halini ortadan kaldırdığını, halkların sistem eliyle kendilerine topluca yaptırılan kötülüğü normal/doğru saydığını anlatıyordu. Esas olarak Arendt, kötülüğün değil, kötü olmanın ne demek olduğunu sorgulamaktaydı. İtaatkarlık kültürü içinde yetişmiş insanları kolaycılıkla itham ediyordu. Ne yaptıklarına ilişkin bir kavrayışları olmadığı için, biat ettikleri topluluk üzerinden güç kazandıklarını, dikte edilenin dışına bakmadıklarını, tabii ki eyleyicisi oldukları kötülüklerin sorumluluğunu üstlenmeye de yanaşmadıklarını iddia ediyordu.  Arendt, kötülüğe seyirci kalmanın, yapılan kötülüğe iştirak etmek olduğunu söylüyor; öyle ya da değil, seyircilerin, özgürlük bilincine sahip olup olmadıklarını da kuşkulu buluyordu. Böylesi durumlarda kaybeden, hep adaletti ve elbette dünya da. İnsana yönelik bu çeşit kötülük, yalnızca tecrübe edildiği coğrafyada değil tüm dünyada insanlık eliyle yaratılabilir bir kabusu imliyordu. 
Şimdi senin yönlendirdiğin pencereden kendi yaklaşımıma bakıyorum ben de…‘Kötülük’ yargısı dünyayı kavramamızla çok ilgili. Maalesef örnekteki gibi kötülükleri (ırkçılık) yapan, bunu yaşamın olağan (üstelik doğru) bir eylemi sayan insanlar, topluluklar, toplumlar hâlâ var.
Bir başkasına bile isteye yaşatılan acının olgusallığı, kimilerine, ‘böylesi bir dünyayı yaratan varlık kusurlu olmalıdır’ diye düşündürtüyor. Kimileri ise ‘olan neyse hayırlıdır, hayrı eninde sonunda anlaşılacaktır’ diyor ki, bu düşüncenin arkasında da, ilkindekine benzer olarak, aynı yaratıcı tasavvuru yatıyor.  Bense varsayımlarla yaşamayı tercih etmiyorum. Dünyayı gözlemliyor (aklım erdiğince), kötülüğü ‘ötekinin hayat yoluna arzusu dışında, müdahale etmek’ olarak tanımlıyor, bu bağlamda kötücül niyetler ve sonuçlarını da eyleyen insanın özgür iradesiyle yaptığı seçimlerin sonucu olarak kavrıyorum. Tecavüz böyle bir şey. Cinayet, fiziksel ya da duygusal şiddet… Hepsi böyle. Tıpkı Arendt gibi, bunlar karşısında tepkisiz kalan insanların kötülüğü yapanlardan daha iyi olduklarına da inanmıyorum. Benim tepkim fiziksel olarak müdahil değilsem yazmak şeklinde oluyor. Yazıyorum, çünkü okurlar onu bizzat tecrübe edenlerle özdeşleşsinler, ‘kötülüğün’ soluğunu enselerinde hissetsinler, kötülüğün kendi dünyalarındaki uçlarına karşı donanıp kötülüğe başkaldıran değişimin kendisi olsunlar diliyorum; kimi zaman bilerek yarattığım çaresizlik-değişmezlik duygusuna da itiraz etsinler…
Kanıt olarak algılanacak kurmaca öğelerini kullanmak, kurmacayı inandırıcı kılmak için etkili bir yöntem. Çoğunlukla şaşırtıcı, direnç kırıcı. Okurda nihayet bir merak (‘gerçekten böyle mi?’) uyanıyor ki bu da onu, öykünün iddiası üzerine daha fazla düşünmeye teşvik ediyor. Bence okuru, kimi zaman, bilmediği ya da daha önce hiç bakmadığı bir pencereye de yöneltiyor.  İçerik gerektirdiğinde evet, ben bu yöntemi kullanıyorum.