Çerçi Sanat’ın 5. sayısı için seçtiğim üç yazar Ayşegül Çelik, Menekşe Toprak ve Melike Uzun. Kitaplar dil işçilikleriyle de dikkat çekiyor ama benim tercih sebebim ağırlıklı olarak konuları oldu. Tek bir kitap, hatta Ayşegül Çelik’te tek bir öykü üzerinden ilerledim. Aşağıdaki satırların yeni okuma ufukları açması dileğiyle…
Kâğıt Gemiler’de Ezidiler
Ayşegül Çelik şiirleri, öyküleri, makaleleri ve röportajları çeşitli dergilerde yayımlanan verimli bir yazarımız. Sensizankaradadenizdüşleri (1997) adlı bir şiir kitabının yanı sıra Korku ve Arkadaşı (2003), Şehper, Dehlizdeki Kuş (2008) ve Kâğıt Gemiler (2010) adlı öykü kitapları da bulunuyor.
Üç öykü kitabından yola çıkarak Ayşegül Çelik’in masalsı ve incelikli bir dile sahip olduğunu söyleyebilirim. Zaten şiir geçmişi olduğu dilsel duyarlılığında kendini belli ediyor. Genelde oldukça kısa ve etkileyici yazılmış olan öykülerde halkın içinden farklı karakterlere yer verilmiş. Kitapların hepsi anlatılmaya değer ama tek bir kitabının tek bir öyküsü üstünde duracağım.
Ayşegül Çelik’in son kitabı olan Kâğıt Gemiler, 2010 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazandı. İçerisinde (bilerek küçük harfle yazılan) “afsun”, “kuşlar”, “kelimeler masalı”, “gökteki kara boncuk”, “toprağın öyküsü”, “beyaz kelebek”, “çöl gemileri”, “ah, seni bahtsız yalnız”, “deli orman” ve “son hikâye” öyküleri bulunuyor. Aslında bütün öyküler, karakterler birbirine bağlı, bir romanın parçaları gibi.
Kitabın açılış paragrafı sizi bir öykü şöleninin yaklaştığına hazırlamak için yeterli:
“Sen,
Kâğıdın sesine fütursuzca kulak kabartan okur…
Bilmelisin ki, bu satırların yazanı bir kadındır.
Elinde tuttuğun sayfaya, kalemin kondurduğu işaretler, bir kadının avaz avaz bağıran avuçlarından kanıyor.”
Kitaptaki öykülerin içinden bir tanesinin bence özel bir yeri var: “ah, seni bahtsız yalnız”. Şu ana kadar okuduğum öykü kitaplarında rastlamadığım bir azınlığın açık açık sesi oluyor Ayşegül Çelik.
“Yüce Tavus, avcumun içinde tuttuğum bu aydınlığı iç. Bana da böyle aydınlık bir kalp ver. Çünkü yalnızlık, bırakıldığı yerde büyüyor.”
Ezidiler, en son maalesef Kuzey Irak’ta Şengal’deki IŞİD katliamıyla ve oradan kaçıp kurtulabilenlerin verdiği zorlu mücadelelerle gündeme geldi. Almanya’da Ezidiler hakkında bir tez yazan Sabiha Banu Yalkut’un Melek Tavus’un Halkı Ezidiler kitabı Metis yayınlarından çıktı ve yakın zamanda tekrar baskı yaptı. Bu kitabı okuyunca öğrendim ki bu son olaylar Ezidilerin sıkıntılarının ilki ya da sonuncusu değil.
Ezidilerin kutsal saydığı Melek Tavus bu zamana kadar Şeytan’la özdeşleştirilmiş. Bunun sebeplerinden biri de mitoloji benzerliği. Melek Tavus, Tanrı’nın huzurundaki meleklerden biridir. Bir gün Tanrı bütün melekleri huzuruna çağırır ve yarattığı insanın önünde eğilmelerini ister. Melek Tavus, bunu Tanrı’ya saygısızlık olacağı için reddeder ve itaat etmediği için Tanrı tarafından kovulur. İsimlerinin yakın zamana kadar Yezidiler olarak anılması da tarihi bir yanlış anlaşılmadan kaynaklanır. Aslen Kürt olan Ezidiler, Şeytan’a taptıkları düşünüldüğü için şiddet görmüş ve kovulmuşlardır, aynı Melek Tavus gibi. O yüzden özellikle Türkiye’den sınır dışı edilmiş Ezidilerde gizlilik görülür. Avrupa’da bu, onların ezoterik bir dinin mensubu olarak kabul edilmelerine ve vatandaşlık konusunda sıkıntı yaşamalarına da neden olmuştur.
Gelelim öyküye. Öyküde Ezidilerin dini ve ekonomik sıkıntıları daha ikinci paragraftan yüzünüze çarpıyor. “Dua ederken görülmek iyi değildir.” “Sınırdan dün gelmişler. Otel inşaatında çalışacakmış.” Elbette kötüleme amaçlı söylenen Yezidi sözcüğü de es geçilmemiş. “Çünkü bize Yezidi demeyi severler. Oysa biz kendimize Azday deriz, Ezidi deriz, ah seni bahtsız yalnız deriz…” Ardından Ezidiler hakkında karakterin ağzından, birinci elden bilgi edinmeye devam ediyoruz. “Bizi incitmek baba geleneğidir. Bazen uzaktan taş atanlar, geçerken küfredenler olur. Bizde küfretmek, sövüp saymak yasaktır. Cefaya tahammülle yükümlüdür Ezidiler, cevap vermeyiz.”
Kâğıt Gemiler’i ve özellikle “ah, seni bahtsız yalnız”ı okurken edebi bir doygunluk yaşamanın yanı sıra tarihte hep örselenmiş bir halkın acılarına da tanıklık edeceksiniz.
Valizdeki Mektup ve Çift Milletli Olmak
Günümüzün adından sıkça bahsettiren yazarlarından Menekşe Toprak, hem Türkiye hem de Almanya’da edebiyat alanına katkıda bulunuyor. Valizdeki Mektup (2007) ve Hangi Dildedir Aşk (2009) adlı öykü kitapları, Temmuz Çocukları (2011) ve Ağıtın Sonu (2014) adlı romanları bulunuyor.
Bahsetmek istediğim kitap, yazarın ilk öykü kitabı olan Valizdeki Mektup. Kitap “Valizdeki Mektup”, “Güzel Bir Gün”, “Eve Dönüş”, “Karşılaşma”, “Park”, “Fırsat”, “Yokuştaki Kız”, “Seçilmiş” ve “Ah! Şarap İçerken Bir de Gazete Okusam” öykülerinden oluşuyor. Bu öykülerde hem Almanya’ya ilk göçen neslin hem de orada büyüyen sonraki neslin hayata bakış açısına dair ipuçları bulabiliyor, vatandaşlık ve yabancılık hallerine tanıklık edebiliyorsunuz. Konuşulur gibi anlatılan öyküler sizi içine çekiyor.
“Valizdeki Mektup”: Çocukluğunda ailesiyle Almanya’ya gelmiş bir anlatıcı var. Evinde ölü bulunan yaşlı bir kadının evine yerleşiyorlar. Anne, o kadına ait bütün eşyalardan kurtulmaya çalışıyor. Anlatıcı, bu kadından kalan küçük ahşap bir sandığı attırmamak için çok direniyor ama nafile. İçindeki birçok kişisel eşyayla birlikte ikinci el eşya satan bir Arap’ın dükkanını boyluyor. Halbuki daha sonra, buraya önceden taşınmış bir tanıdıklarının anlattıklarından yaşlı kadının İkinci Dünya Savaşı’nda zulümden kurtulmuş olduğunu öğreniyor ama kıymet göstermek için artık çok geç. Yıllar sonra bir müzede o sandığı görüyor. Dükkandan satın alınıp saklanmış. Rehber sandıkla ilgili bilgi verirken çocukluk günlerini anımsıyor. Rehberin yakın tarihte yazıldığı için burada yeri olmayan mektupların atıldığını söylemesiyle irkiliyor. Çünkü bunlar anlatıcının çocukluk aşkı Peter’a yazdığı mektuplar. Kimse farkında olmamasına rağmen o, sırrı ortaya çıkmış gibi utanıyor. Müze, anlatıcının çocukluğuna geri dönmek için kullandığı bir araç olmaya devam ediyor.
Öyküde göçmen kuşak arasındaki farka da değiniliyor. “Dilini bilmediği, öğrenmemek için büyük bir aşkla direndiği bu ülkede, babam hep bir yabancı olarak kalmış; bu yabancılığıyla da içe kapanık, beceriksiz adam kimliğine bürünüvermişti. Hata yapmaktan korkmayan, gözü kara bir kadın olduğu için, annemin dil sorunu hemen hemen hiç yoktu.” Anlatıcı, yukarıda bahsettiğimiz gibi oranın dilini öğrenmenin yanı sıra müze gezileri gibi kültürel aktivitelere de katılıyor, anne babasına nazaran çok daha fazla uyum sağlayabiliyor.
“Güzel Bir Gün”: Öykü önce bir kadınlık ve cinselliği keşif öyküsü olarak başlıyor. Zeynep, Cemil’le evde buluşacak ve kendini olası bir cinsel ilişkiye hazırlıyor. Dul Meryem Halasını banyoda inlerken ve elinde bir salatalık tutarken görmesi var cinsel hafızasında. Aynısını yapmaya kalktığında annesi ve ablası manzarayı örtbas ediyorlar babası görmeden. Sonra öykü başka bir zaman dilimine atlıyor. Cemil’in Zeynep’le ilişkisi olduğundan şüphelendiği Cevdet’in aramasında sinirlendiği ana. Zeynep hoşlandığını kabul etmiyor ama kendi de sindiremediğinden. Cemil’in denizde yüzerken kaybolup gitmesini diliyor ama Cemil sapasağlam dönüyor. Başka bir zaman diliminde, Zeynep yarı baygın halde bir hastanede açıyor gözlerini. Cemil direksiyondayken yine Cevdet’e sinirlenmiş ve trafik kazası yapmış. Kendi kurtulamamış, Zeynep seruma bağlı. Ailesi üzgün ve yorgun. Zeynep’se daha üç senelik kocasının ölümünden bihaber.
“Eve Dönüş”: Yine geçmişe özlem olan bir öykü. Bu sefer Alman bir kadın anlatıcının ağzından. Üniversitede öğrenciyken kaldığı eve geri dönüyor. Burada anıları canlanıyor. Ondan sonra kalan kişileri ve burayı kiralayan Münihli seyahat acentesini düşünüyor. Üniversiteden sonra dünya seyahatine çıkmaya karar vermiş. Sonrasında Tim’le Yeni Zelanda’daki bir çiftlikte altı sene yaşamış. Tim’den uzaklaşmak için geldiği halde yalnız kalmak istemiyor.
“Karşılaşma”: Bu öykü yıllar sonra yaşanan bir karşılaşmayı anlatıyor. Eskiden kavuşamamış iki insanın Viyana’da tesadüfen tekrar bir araya gelmesi. Anlatıcı yıllarca ona ulaşmaya çalışmış ama başaramamış. İki tarafta da hâlâ hisler var ama eskiden itiraf edilmemiş, o sırada da edilmiyor. Bir ilişkiye hasret duymakla kasvet kaplanan bir ruh. Öykü Viyana’da geçiyor. Karakterler Türkiye’de tanışmış. Ama anlatıcı Berlin’e yerleşmiş. Viyana öykü için tesadüfen seçilmiş bir yer değil. Ingeborg Bachmann’ın Malina romanındaki Untergasse Sokağı 6 numaralı apartman burada. Anlatıcı, yıllar sonra, Malina’nın aslında Bachmann’ın kavuşamadığı yazar sevgililerinden birini öğreniyor. Bu durumu, kendi kavuşamamasıyla özdeşleştiriyor.
“Park”: Bu öykü de özlem yüklü. Ama bu sefer bir zamana veya bir insana değil, anlatıcıya herkesten yakın olan köpeği Milfo’ya. Daha bir yavruyken aldığı Milfo büyüdükçe bir huyu ortaya çıkıyor. Milfo, geceleri gezmeyi seviyor. Anlatıcı onun derdini çözüyor: doğa aşkı. O yüzden evlerinin yakınındaki parka gidiyorlar geceleri. Ne yazık ki bir gün bir kamyoncu Milfo’ya çarpıyor ve onun ölümüne neden oluyor. Anlatıcı kendini büyük bir boşlukta ve ağır bir yalnızlık içinde buluyor. Parkta için için ağlayan bir adama takıyor kafasını. Dertleşseler neler konuşabileceklerini düşünüyor, parka her gittiğinde gözleri onu arar oluyor. Adam da gözden kaybolunca aynı Milfo’nun türünden bir yavru bir köpek almaya karar veriyor. Ve soruyor: “Bakalım, o da bir gece kuşu mu?”
“Fırsat”: İlk cümle; “Sahi, ne zaman başlar aşk?” Anlatıcı bir kafeden hışımla çıkan bir kıza âşık oluyor. Yağmurda yanına koşup yardım ediyor. Ama kızın aklında başka bir adam. Anlatıcı daha sonra kızın kafede bıraktığı defterini buluyor. Adam hakkında yazdıklarını okuduktan sonra defteri kıza geri götürüyor. Yani eline geçen fırsatı değerlendiriyor. Bir yandan da içindeki ses ona “Fırsatçı!” deyip duruyor. Kızın onu buyur etmesiyle içi rahatlıyor.
“Yokuştaki Kız – Bilinmeyene Yolculuk 1”: Bu öyküde de geçmişe özlem hâkim. Anlatıcı elinde bir fotoğrafla Kürtçe konuşulan bir köyde sevdiği kadından, karısından izler arıyor. Anlatıcı Berlin’de büyümüş ve orada yaşayıp çalışıyor. Karısı “Bu şehirden ve senden uzaklaşmam gerekiyor” diye bir notla bırakmış bu fotoğrafı. Anlatıcı, onu çocukluğunda yaşadıklarına yakınlaşarak anlayabileceğini düşünüyor. Köydekilere yanında getirdiği bir fotoğraftaki küçük kızı gösteriyor ama köylüler yıllar önce göçen aileleri çoktan unutmuş. Sonuçta görüyor ki burada durmak onu karısından daha fazla uzaklaştıracak. Berlin’e geri dönmeye karar veriyor.
“Seçilmiş – Bilinmeyene Yolculuk 2”: Uykuyla uyanıklık arasında bir öykü “Seçilmiş”. Arka planda Ermeni tehciri var. Anlatıcı, hayal meyal konuştuğu komşu kızını dinliyor. Kızın babaannesi tehcirden kurtulan ailelerden birinin kızıymış. Saklandıkları köyün köylülerinden biri onu kaçırmış. Ermeni aile de karşılığında bir kız istemiş ama anlatıcının dedesi vermemiş. Köylülerle araları bozulduğunda göç etmişler. Babaannesi o eve geldikten sonra hiç konuşmamış. Ne altı çocuk doğurduğunda ne ölürken. Herkes onu dilsiz zannetse de babası ondan Ermenice ninniler dinlediğinden emin. Kız da tek kelime Ermenice bilmeyen babasının bilinmeyen sözcükler içeren şarkılar mırıldandığına şahit.
“Ah! Şarap İçerken Bir de Gazete Okusam”: Mardin’den İstanbul’a ailesiyle taşınan Emine Hanım, oradan da tek başına Almanya’ya kaçar. Orada Frank diye bir Alman’la birlikte olur, evlenir. Okumamış ama cesur bir kadın olan Emine, Frank’le birlikte bedenini sevmeyi öğrenir ve farklı cinsel fanteziler keşfeder. Elli yedi yaşındayken İstanbul’da kırk iki yaşında, Remzi adında bir sevgilisi olur. Ona da âşıktır ama artık kardeş gibi yaşadığı Frank’tan da boşanmıyordur. Bu fırtınalı hayatı hakkında bir radyoya röportaj verme hazırlığındayken tanışırız Emine’yle.
İyi bir yazarın ayak seslerini duyuran Valizdeki Mektup, geçmişe özlemi, göçmenlik sıkıntıları, kadınlık halleri ve cinselliğin keşfini yoğuran öyküleriyle kendini okutuyor. Menekşe Toprak’ın İletişim Yayınları’ndan yeni kitabı (bir roman) Ağıtın Sonu yayımlandı.
Kediler, Fareler ve Zehirler: Melike Uzun’dan Kürar
Kürar yakın zamanda adını çok duyduğumuz ve hakkında yapılan övgüleri hak eden bir kitap. Arka kapak yazısında Kürar’ın anlamlarına baktığınızda bu kitabın içindeki öykülerin neler hakkında olabileceğine dair bir merak uyanıyor içinizde:
“Kürar: i. Felç olma hali, curare; hareket edememe ama hissetme, refleks gösterememe. ii. Güney Amerika’da avcıların oklarına sürdükleri felç edici zehirli bitki. iii. Kızılderililerin kullandığı zehirli ok atan boru. iv. Kasların asetilkolin reseptörlerinin bloke olması.”
Kitaptaki öyküler “Zehir” ve “Zemberek” başlıkları altında toplanıyor. “Zehir”de “Üzgün Balık Bakışları”, “Fare İnsan”, “Kedimiz Candide”, “İyilik”, “Şehir Üstteğmen Fatih Münir Yurdakul Lisesi”, “Umut”; “Zemberek”te “Sığ”, “Çikolatalı Baldıran”, “Kapı Dışarı”, “İmzayı Anla(t)mak” ve “Kürar” öyküleri yer alıyor. Her öykü ortak sembolleri ve temaları paylaşıyor. Yazımı kadar düzenlenişi de övgüye değer. Bu ortaklıklardan önce öykülere bakalım.
Kürar “Zehir”deki öykülere geçmeden önce “Rüzgâr’ın Estiği…” diye bir girişle Binbir Gece Masalları havası yaratıyor. “Zehir” sözcüğüyle ilk burada karşılaşıyoruz. Zehirli bir kılıçla üvey babası Ebu Turab’ı öldüren Mülcem. Ama bu çok büyük bir yük olur ona. Mülcem yerin dibine girip fare olur, Ebu Turab’ın kanlı mendili çevik bir kediye dönüşür. Kedi ve fare. Kedi zafer kazanmış gibidir, fareyse kötülüğü temsil eder.
“Selo” iki kişinin hem birinci tekil şahıstan hem üçüncü tekil şahıstan anlatıldığı bir öykü. Biri Selo, diğeri Azra. Selo’nun çok sevdiği Kınalı adlı kedisi ölü bulunur bir gün. Selo ona çok üzülür. Bir yandan da aklı Azra’dadır. Azra ise Selo’dan tiksinmektedir. Kedinin tekmelenme görüntülerini izler. Kınalı’yı öldüren Azra’dır. Ondan nefret eder ve her gün boğazı sıkılıyormuş gibi yaşar. Girişte kedi iyi olan karakteri tanımlamıştı. Burada da iyi olan karakter. Kedinin ölmesiyle Selo’nun da içinden bir şeyler kopuyor. (Bir de Azra’nın hemstırı var ama o sonraki öyküde ağır basıyor.)
“Fare İnsan”da Azra’nın annesi Saadet var bu sefer. Onu da yine birinci tekil şahıs ve üçüncü tekil şahıstan okuyoruz. Azra’nın hemstırından kurtulmak istiyor. Hayvan onda kaşıntı yapıyor ama tek neden bu değil. Küçüklüğünde annesinin öldürdüğü fareyi de hatırlıyor. Kaşıntılarına çare bulmak için doktora gittiğinde nadir bir deri hastalığına sahip olduğunu öğreniyor. Otururken etrafındaki bütün insanların fareye dönüştüğünü düşünüyor.
“Kedimiz Candide”, birinci tekil şahıstan anlatılan bir öykü. Anlatıcı Azra’nın sevgilisi. Çevirmenlik yapıyor ve Kandid adında bir kedisi var. O da Selo gibi Azra’ya başta toz kondurmuyor. Kandid’i bir kere Azra’ya bırakıyor. Döndüğünde kediyi aç bitap buluyor. Başka bir seferde Azra Kandid’e tiksinerek baktığında ve gözü önünde tekmelediğinde dehşete düşüyor. O gece uyku tutmuyor. Durumu bu sözlerle özetliyor: “Kötülük iyilik kılığına bürünerek girmişti eve.”
“İyilik”, apartmanda yaşayan Erdem Bey’i anlatıyor. Yıllardır sınıf atlamaya çalışan, sürekli şehrin en iyi semtlerinden birinde oturduğunu vurgulayan biri Erdem. Komşusu Nezih Bey bir gün yağmurdan kurtardığı bir kediyle geliyor. İkisi asansörde karşılaşıyorlar. Erdem kediyi hiç sevmiyor. Kedinin sesi hiç susmuyor ilerleyen günlerde. Nezih Bey kedinin şımardığına yoruyor bu durumu. Bir gün kapı açıkken ve Nezih Bey ayakkabılarını bağlarken Erdem kedinin içeride bir köşeye sinmiş olduğunu görüyor. Apartmana yayılan kokuyu günler sonra polis açıklığa kavuşturuyor. Kedi Nezih Bey’i kemirerek öldürmüş, kanlı dişlerini göstere göstere kanlı tüylerini yalıyor. Diğer öykülerin aksine bu öyküde kedi kötü olarak çıkıyor karşımıza.
“Şehit Üstteğmen Fatih Münir Yurdakul Lisesi” Emine’nin gizemli hareketleriyle başlıyor. Montunda bir şey saklıyor ve gözü, eli sürekli oraya gidiyor. Sınıfın en küfürbaz çocuğu Fatih, onun bu halini fark ediyor. Emine’nin güvenini kazanıp sırrını söyletiyor. Emine’nin hatası, tuvalete giderken hemstırını Fatih’e emanet ediyor. Döndüğünde Fatih’i etrafına seyircileri toplamış, hemstıra işkence yaparken buluyor. Burada da diğer öykülerin aksine fare iyi karakteri temsil ediyor. Diğer yandan, küçük bir çocuğun bile kötülüğe ne kadar yatkın olduğunu görüyoruz.
“Umut”ta psikolojik işkence sahnelerine tanık oluyoruz. Korku, postallar, lağım faresi. Anlatıcı, bir yandan ağzına dayanan lağım faresinden tiksiniyor ama bir yandan da fare olup lağım yoluyla buradan kaçmak istiyor. Ninesinin sesini ve kedisini hatırlayarak rahatlıyor. Onları hayal ederek “vatan hizmeti”nde ranzasının başında boynuna jileti vuruyor.
“Zemberek” de kısa “Rüzgârın Getirdiği” ile; Ebu Turab, fareler ve kedilerle başlıyor.
“Sığ”da mutluymuş taklidi yapan bir kadın var. Ailesiyle tatildeler ve kızıyla ilgilenmeye çalışıyor. Ama aklı, çocukların fırsat buldukça kötü davrandığı yavru kedide. Onu şu ana kadar ayakta tutan sadece viyolonselin sesi olmuş. O sesi denizden duyuyor. Kediyi göğsüne bastırarak denizin derinliklerine yürüyor.
“Çikolatalı Baldıran”da bir anne, bir de Ahmet anlatılıyor. Anne oğlunun baldıran otuyla zehirlenip ölmesine dayanamıyor ve aynı şekilde intihar ediyor. Ahmet, annesinin yasaklamasına rağmen ölen ninesinin bahçesine gidiyor. Ondan gelen şokella kokusunu hatırlıyor. Tekir’i ekmekle besledikten sonra iştahı açılıyor. Kendi ekmeğine de annesinin kullandığı otlara benzettiği otlar koyuyor. Baldıran olduklarını bilmeden… Öyküde bu sefer “zehir” öğesi baskın. Kedi figüran.
“Kapı Dışarı”da tekrar Azra’ya dönüyoruz. Burada baştan beri bilendiğimiz Azra’nın kedilere gösterdiği şiddetin nedenlerini görebiliyoruz. Annesi Saadet ona şeytan diyor, şirret diyor, senden nefret ediyorum diyor. Ergenlik çağında oldukça derin yaralar bırakacak sözler. Sinirleri yıpranmış bir anne, sürekli ağlayan bir oğlan ve şiddete eğilimli “maç izleyen adam” var. Azra yüksek sesli müziklerle bu seslerin üstesinden gelmeye çalışıyor ama nafile. Çareyi evin dışında buluyor. Muhtemelen kedileri tekmeleyerek hıncını alacak.
“İmzayı Anla(t)mak” diğerlerinden farklı bir öykü. Diğer öykülerdeki öğelerden yok. Ama biraz “Sığ” öyküsüne benziyor. Aile kurmuş, bakımlı, hayatından memnun olmayan bir kadın var. Kocasından baskı görüyor. Çözümü aynı hayal kırıklıklarını yaşamasınlar diye çocuklarını öldürmekte buluyor. Yaptıklarını, neredeyse meczup bir halde, arkadaşı Sevda’ya itiraf ediyor (veya itiraf ettiğini düşünüyor).
“Kürar”, işte kitaba adını veren öykü. Burada önceki öyküdeki Sevda’yla tanışıyoruz. Sevda da mutsuz bir kadın. Kendinden on beş yaş büyük kocası, alnının teriyle kazandığı kimya bölümüne göndermemiş onu, üniversite okumasına engel olmuş. Sıkıntısını bastırmak için sık sık mutfak penceresinden dışarıyı seyrediyor. Mahalledeki çocukların ellerindeki plastik borularla bir yavru kediye işkence ettiklerini görüyor ve işkenceye engel olmak istiyor ama çocuklar ona yöneliyor, daha doğrusu o öyle hayal ediyor. Hemstırına işkence edilmesinden tanıdığımız Emine, Sevda’nın kızı. Eve geldiğinde annesinin sesi çıkmıyor, kanepede hareketsiz. Televizyonda ironik biçimde bir av belgeseli var. Sevda çocukların sürekli kedilere vurduklarını ve farelere dönüştüklerini düşlüyor. Kediyi kurtarmak istiyor, kızına ses vermek istiyor, çekip gitmek istiyor ama nafile. Kürar…
Kitap “Rüzgârın Dindiği” ile bitiyor: “Rüzgâr şimdilik dindi. Bir gün onu geri çağırdıklarında Ebu Turab’ın kediye dönüşen mendilinin gölgesi düşecekti dünyaya.”
Melike Uzun’un Kürar’ı son yılların göze çarpan kitaplarından. İlerleyen zamanda adından daha fazla söz ettirmesi de olası.