Üç Yazar

Tülay Akyol
Son dönem öykü yazarlarımız arasından özenle seçerek yazmak istediğim üç isim oldu. Aslına bakarsanız üçünü de yoğun bir okuma sürecinde aynı dönem okudum. Yeni yazarlar keşfetmenin keyfi ile. Ardı ardına güzel metinlerle karşılaşmak ise sürprizdi benim için. Yeni sayı yaklaştıkça, bir öykü sayısı yapalım ve "Günebakan" yazarlarımızı paylaşalım dediğimizde ise tereddütsüz üç isim söyledim; Melisa Kesmez, Sine Ergün ve Deniz Tarsus.

Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz

 

“Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz” diyor Melisa Kesmez öykü kitabında. Kitabın ismi, içerikteki öyküleri tam olarak özetliyor aslında. Pek çok öyküde hayatın bir şekilde bir yerlerinden kırıldığını, değişime uğradığını görüyoruz.
Kendini maruz kaldığı hayata ait hissetmeyen, hissedemeyen karakterler ile ortaklaşıyor öyküler. Kimi oturduğu yere ait hissetmiyor kendini kimi bulunduğu çevreye. Kimi işinden kaçıyor kimi kendinden… Her ne kadar uzaklaşmaya çalışsa da karakterler, aslında başka yerde var olma çabalarıyla bir o kadar da güçlü görünüyorlar. Bir şeylere özlem duydukları kesin.  Bir kısmı karamsar da olsa bir o kadarı da hayat ve umut dolu.
Kesmez’in öyküleri ilk okunduğunda iki farklı yoldan ilerliyormuş gibi görünüyor. İlki çocukluk. "Balık Kraker", "Sarı Elmalar", "Anneannemin Takma Dişleri" gibi öykülerinde hayata çocuk gözünden bakıyor. Merak, koşulsuz sevgi, özlem.., İkincisi ise aidiyet. Kendini bir yere, bir kişiye, bir işe ait hissetmemek.
Hep bir göç hali ile karşı karşıyayız. Taşınma, terk etme, yeni serüvenler… Pek çok kişi için zor olan tercihlerde bulunan öykü karakterleriyle dolu, cesaret dolu öyküler. Evini işini sevgilisini hayatını bir çırpıda değiştiren insanlar bir yandan değişimin zor olduğunu hissettirirken, bir yandan da değişime uğrayan hayatları anlatıyor. Hayatı olduğu gibi kabullenmeyi reddeden, tepkileri olan hikâyeler… Yalnızca “olması gerektiği için” hayatlarına devam edemiyorlar.
Terk etme dürtüsü çoğu öykünün içine işlemiş. Bırakıp gitme. Alışamama, kabul edememe. "Karton Koliler", "Sakin Göllerin Kuğusuyduk", "Bozkır"… Hepsi atları hazırlamış, yola çıkmış öyküler…  
“Evini değiştirmek, yatağını değiştirmek gibiydi bir nehrin. Sancısı büyüktü. Yine de galiba bazı insanlar yolda olmak için geliyorlardı hayata. Dikiş tutturamayan, bir yerde uzun süre kalamayan, doğuştan huzursuz insanlardık biz.”
Yine de nereye gidilirse gidilsin bazı şeylerden kopamadıkları da bir gerçek: “İnsan aya da gitse bazı şeyleri farkında olmadan götürüyor yanında. Sen o yana bakmazken bavuluna gizlice sızıyor bir şeyler. Anason kokusu oluyor bu bazen, bazen bir Ahmet Kaya şarkısı.” 
Öykülerinde yazarlara da bolca selam göndermiş Melisa Kesmez. Okurken birden karşınıza bir tanıdık çıkmış gibi. Barış Bıçakçı’dan Turgut Uyar’a kadar pek çok tanıdık isimle karşılaşıyoruz. Hatta bazen, bazı öykülerinde Ahmet Kaya’nın sesini duyup rakı kokusunu içimize çekiyoruz. Bazen de Müslüm Baba’nın sesini…  O kadar bizden o kadar gerçek.
Öyküler hayatın içinden kesitlerle dolu. Güncelliği okuyucuyu bir adım daha yaklaştırıyor kitaba. Örneğin Gezi Olayları’na değinen öyküleri var kitabın. İnsanı sıcacık anlatımıyla samimiyetiyle etkiliyor yazar. Kapıyı aniden çalan komşular, depresyonda olduğunu düşündüğü için evinden alıp kafa dağıtmaya götüren eski dostlar, hiç tanımadığı bir teyzenin evine meraktan giden karakterler ya da dünyanın bir ucunda tanımadığı, yalnızca aynı dili konuştuğu ve aynı kültüre sahip olduğu için dert ortağı olmayı başarabilen insanlar. Kurulan rakı masaları, her koşulda seni anlayabileceğini bildiğin, dertleşmek için gidilebilen halalar… Sürekli altı yakılan çaydanlıklar… 
Bununla birlikte öykülerin pek çoğunda günümüz insanının yalnızlığı hissediliyor. Çoğu tercihi yalnızlık. Zamanla kopan ilişkiler. Hiç tanımadığı insanlarla ortak noktada birleşebilen, konuşabilen anlaşabilen öykü kişileri, iş yakın çevreye geldiğinde büyük yabancılaşma hissettiriyor ve zamanla yaşanan kopukluğu tüm gerçekliğiyle anlatıyorlar. En yakın dediğimiz dostlar bizi anlayacak en uzak kişiler haline gelmiş belki de ya da belki de hayat tarzınıza en uzak kişilerle birlikte çalışmak zorunda kalmışsınız. Tüm o samimiyetsiz kalabalığın içinde yalnız olduğunuzu hissetmek… “Düşününce, duygusal olmayı gerektirecek bir hikâyemiz de yok iş arkadaşlarımla. Her gün aynı duvarlar arasında oturduğum, öğle yemeğinde kocalarıyla olan dertlerini dinlediğim, yeni bebeklerinin bütün fotoğraflarına maruz kaldığım, her fırsatta birbirini çekiştiren bir ofis dolusu insan.” 
Öykülerdeki başka bir ortak nokta ise “olması gereken”i kabul etmiyor, belki de kişilerin bundan kaçıyor olması. Rutine, toplum baskısına ve klişelere karşı geliyor. Uyum sağlayamıyor, sağlamak istemiyor.
Öykü anlatımındaki dili de çok yalın Melisa Kesmez’in. Daha çok kendi kendine kurduğu düşünce cümlelerinin öyküleşmiş hali gibi bir çoğu. Yazarın değimiyle “İçini yüksek sesle okumak”  gibi bu öyküler.
Ne kadar çok tutku varsa bir o kadar da vazgeçişler var öykülerde. Belki de birçoğu tutkulara giden yolda vazgeçişlerden oluşuyor. Kiminde öykü kişisi işinden vazgeçiyor kiminde evinden kiminde sevdiğinden, kiminde kendinden…  Var olana ya yetinmiyor ya isyan ediyor. O gücü bulamadığında ise yaşama farklı noktalarda tepki veriyor. Hep bir arayış hali, bir özlem…

Bazen Hayat


Son dönem genç yazarlarımızdan dikkatimi çeken bir diğeri ise Sine Ergün. Yazarın Burası Tekin Değil ve Bazen Hayat adında iki öykü kitabı var. Ben yazarı ikinci kitabıyla tanıdım.
Yazarın öyküleri sıradan hayatların sıradan sahnelerine tanıklık ediyor. Yaşamın belki hiç fark etmediğimiz, üzerinde durmadığımız “an”larıyla dolu öyküler… Zaten pek çoğu çok kısa öyküler. Her birinde farklı küçük ayrıntı… Bazı öykülerini bir şeyleri anlatmak için değil önemsiz gibi görünen anları fark ettirmek için yazmış gibi. Tabii öykülerin tamamı bu şekilde değil. Aralarında daha uzun olanı da var, olay örgüsü içereni de. Hatta kitabın tarzından bağımsız gibi görünen kurguları da… Fakat öyküleri nasıl olursa olsun hepsinde ortak bir yön var: sadelik. Öyküleri kadar dili de sade Sine Ergün’ün. Büyük laflar etmeden, süslü cümleler kurmadan mümkün olan en az sözle anlatıyor söylemek istediklerini. Bu da yazarın diğer yazarlardan ayrılan en büyük özelliği olsa gerek. 
Sine Ergün daha önce yapılan röportajlarında sıkça, iyi bir dinleyici, dikkatli bir gözlemci olduğuna değinmiş. Söylenenlerden çok söylenmeyenlerin sihrine inananlardan… Yazı dilinin sadeliğini halasından etkilenerek oluşturduğunu söylüyor ve kitabını da zaten halasına ithaf etmiş. 
Öykülerinin bir kısmının çerçevesinde de bir dinleyici bulunmakta. Öyküler o anlatıcının anlattıklarını anlatan ve dinleyen kişilerle dolu. Birileri sürekli bir şeyleri aktarıyor. Aslında hep dolaylı söylem ile karşılaşıyoruz. Bununla birlikte kitabın ilk öyküsü “Anlatıcı”. Daha sonraki öykülerinden biri ise “Dinleyici.”
Diğer kısımda ise “an”ı gösteriyor yazar. İlk bölümde anlatırken diğer bölümde “an”a dikkat çekiyor. Fakat bu birer aydınlanma an’ından çok birer kesit sunmak üzerine kurulu. Başı ve sonu olmayan ama kendi içinde bütün kısacık bir an.
Tüm bunlar, kitap okunduğunda ilk dikkati çekenler. Bunun dışında öykülerin çok farklı olanları da var benzer olanlar da. Toplamda 27 öykü var. Öykülerin çoğu birbirinden farklı karakterlerde. Bazıları biraz daha devrimci, bazıları kendi içinde küçük uyanışlar taşıyor. Bazıları daha sıra dışı fakat bunlar kısa ve sade olanların yanında sayıca çok az.
Kitabın en farklı öyküsü ise son öykü. “Karanlıkta” adlı öykü diğerlerine kıyasla çok farklı bir kulvarda. Hatta distopya denebilecek kadar iddialı. Kitabın en sevdiğim öyküsü demeden geçemiyorum.
Öykü kişilerinin pek çoğunda bezginlik, umursamazlık hissediliyor. Belki de heyecanları yok. Her ne kadar kitapta açıkça belirtmese de bence karakterlerin pek çoğu günümüz tükenmişliğini yansıtıyor. Sine Ergün bunu yaparken öykülerine karamsar denilmesini göze almış gibi görünüyor.

Ayrıkotu


Günümüz edebiyatına baktığımızda, anlattıklarıyla ve anlatım tarzıyla diğerlerinden ayrılan bir yazar Deniz Tarsus. Kitabı okumamdan bu yana neredeyse bir yıl geçmesine rağmen özellikle ilk bölümdeki öykülerin neredeyse tamamını sahne sahne anımsıyorum.
Deniz Tarsus’un öykü kitabı Ayrıkotu 2013'te Can Yayınları tarafından basılmış. Kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm "Ayrıkotu" adıyla 5 farklı gezgin öyküsü. İkinci bölüm "Öç" ise 3 farklı hayvanın.
Gezgin öyküleri bizi alıp tıpkı bir gezgin gibi yazarın hayal dünyasında dolaştırıyor. "Ayrıkotu" bölümünde gezginlerin, hiç görmediğimiz bilmediğimiz hiç karşılaşmadığımız yerlere yolculuklarını okuyoruz. Dünyanın olmayan yerlerine olmayan insanlarına öyle bir inandırıyor ki kitabı bir solukta okuyorsunuz. Okuyucuyu farklı coğrafyalarda farklı insanların, hayatların içine çekiyor. Farklı bakış açılarıyla insan yaşamını ele alıyor. Öykülerin karakterleri, kendi sınırlarını çizmiş, (istemeden de olsa) kendi kurdukları dünyanın içinde karantinaya alınmış hayatlarını sürüyorlar. Gezginle karşılaşmaları onlar için de farklı bir heyecana dönüşüyor.  Öyküler yaşadığımız ortama ve kişilere çok uzak olsalar da kendinizi onlardan hissediyorsunuz okurken. O köyün o bölgenin o yerin sırrını gezginle birlikte merak ediyorsunuz. İlginç olaylar, farklı karakterler, sırlarla dolu topluluklar; her biri başka bir değeri düşündürüyor bizlere. Her bir öyküde farklı yetilerini kaybetmiş ya da kullanmayan karakterler var. Örneğin; bir öyküde kimse yüksek sesle konuşmuyor, bir öyküde kimse görmüyor, bir diğerinde kendi tenlerinden görünüşlerinden vazgeçmiş insanlar… Bir kısmı tabu olarak gördüğümüz şeyleri kırmış ve kendi kültürlerini kendi yaşam alanlarını çoktan oluşturmuş.
Öyküler her ne kadar fantastik görünse de, büyük bir gerçeklik içinde insandan ve doğadan kopmadan, tam da insanı ve doğayı anlatıyor. İsteyerek ya da istemeden farklı yaşamlar sürmek zorunda kalan insanların gerçekleri. Ya da gerçeklerimizi. Yazar, üzerine düşünmemizi istediği bazı gerçekleri (korku, cinsellik, şiddet, ölüm..,) masalsı bir dille, mekandan ve zamandan bağımsız olarak  anlatmış. İnsanı, insan davranışlarını, insanın korkularını, acizliklerini ve daha pek çok şeyi bir gezginin gözünden serüvene atılırcasına gözler önüne sermiş.  Öykülerin pek çoğu kendi atmosferlerini kendileri yaratmış öyküler. Anlattığı her şey ile okuyucuda merak uyandıran, yaşadığımız günlük hengamenin çok dışında fakat bir o kadar da saklı duygularımızı düşünmemizi sağlayan öyküler.  Açıkça olmasa da kültür farklılıklarını, bakış açılarını, doğru yanlışları, genel algıları sorguluyor. Üstünkörü okuması yapıldığında fantastik öykülermiş gibi görünse de bizlere gerçekliği sorgulatmayı başarıyor. Bunu yaparken okuyucuyu öyle bir içine alıyor ki inanılmaz şeyler anlatsa da okuyucuyu inandırmayı başarıyor. Konudaki boşlukları da çok iyi doldurmuş yazar. Akla gelen her soruyu öykü içinde cevaplıyor. Cevabı yoksa bile metinde konuyu sorguluyor. Böylelikle okuyucuyu gerçekliğe ikna etmiş oluyor.
Öykülerin bir çoğunda dikkat çeken başka bir şey ise çok etkili bir anlatımla kendine özgü bir dil kullanmış olması Deniz Tarsus’un. Kendi atmosferini oluştururken yakaladığı başarıyı kendi dilini oluştururken de yakalamış yazar. Dili tasarruflu kullananlardan. Vurucu bir anlatımı var. Yalın, temiz ve öz. İlk bölümün isimleri de aynı şekilde aynı sadelikte seçilmiş. "Od", "Döl", "Lut", "Göç" ve "Ser". Cümleleri kısa olduğu kadar vurucu. Akılda kalıcılıklarını da buradan yakalıyor bence. Tek kelime ile tasviri çizip, duyguyu oluşturabiliyor. Kendine has bu anlatım tarzı okuyucuda fotografik bir etki bırakıyor. Özellikle doğa betimlemelerinde kar, deniz, orman, vadi, ada gibi bazı anlatımlar çok iyi yansıtılmış. 
İkinci bölüm olan “Öç” kısmında ise 3 öykü bulunuyor. “Kurdun Öyküsü”, “Bozayının Öyküsü” ve “Maymunun Öyküsü”. Hayvanların ağzından yazılmış bu hikâyelerde onların dünyasını, yaşadıklarını, insanın doğaya yaklaşımını, duyarsızlığını okuyoruz. Hepsinin kendi özel hikâyeleri var. Ortak noktaları ise uğradıkları işgal ve acımasızca yaklaşım. İnsanın acımasızlığını, buna karşın hayvanların neler yaşadığını büyük bir empati ile anlatmış yazar. İnsanın belki de doğaya ettiği en büyük kötülüklerden biri hayvana saygısızlık.
Deniz Tarsus’un öyküleri geri dönüp tekrar tekrar okunan, okundukça derinliği artan metinlerden. Üzerine yazmak üzere kitaba geri döndüğümde tekrar aynı şeyleri hissettim: yazarın daha fazla metnini okuma isteği.
Geçtiğimiz ay yazarın bir de çocuk kitabı çıktı. Babam Bir Astronot yine Can Yayınları'ndan basıldı. Yazar yeni öykü kitabının hazırlıklarında olduğu müjdesini de veriyor.