Kundera’dan bir alıntıyla şu “kadın yazar” tanımına bir laf atmam da gerek: “İlgilenmemiz gereken yazarların değil, romanların cinsiyeti olmalı. Bütün büyük romanlar, bütün hakiki romanlar biseksüeldir. Demek istediğim, hem kadınsı hem de erkeksi bir dünya görüşünü ifade ederler. Fiziki kişiler olarak yazarların cinsiyetleri kendi özel meseleleridir.”
Oldum olası tanımlamalarla aram iyi değildir. Söz edebiyata gelince de bu değişmez. Örneğin “genç yazar” tanımlamasını anlamlandıramam. Yazarlıkta toyluğu mu ima eder bu tanım? Ederse de ne gerek vardır buna, bilemem. Kafamda soru işaretleri ve irkilmelerle yankılanan bir diğer tanımlama da “kadın yazar”. Yazarın cinsiyeti mi olur efendim’cilerdenim belli ki. Ancak zaman zaman bu kavram bir cümlemin kenarına kıvrılıverir de beni bile şaşırtır. Bazen bir gerek haline gelebiliyor demek tanımlamalar. Bu sadece benim meselem de değil elbet. Edebiyat aleminin popüler tartışmalarındandır “kadın yazar” kavramı. Ayrımcılık sayılabilir, gerekli sayılabilir. Bu yazının meselesi değildir. Ancak "Günebakan" için edebiyatın kadın kanadına odaklanmak bizce doğru bir adımdı. Olabildiğince günümüz yazarını anıp bir panorama sunmak Çerçi için verimli ve farklı bir deneyim oldu. Bu yüzden bu tanımlamalara takılmadan metinlere bakmak istiyorum. Ama önce Kundera’dan bir alıntıyla şu “kadın yazar” tanımına bir laf atmam da gerek: “İlgilenmemiz gereken yazarların değil, romanların cinsiyeti olmalı. Bütün büyük romanlar, bütün hakiki romanlar biseksüeldir. Demek istediğim, hem kadınsı hem de erkeksi bir dünya görüşünü ifade ederler. Fiziki kişiler olarak yazarların cinsiyetleri kendi özel meseleleridir.”
Solgun Orospu Kırmızısı
Solgun Orospu Kırmızısı bir ilk kitap. Ayşe Akaltun’un on üç kısa öyküsünden oluşan kitap 2011 yılında Artshop tarafından basılmış. On üç öykünün hepsi kadın karakterlerin ağzından anlatılıyor. Her biri kendi yenilmişliklerini, ayağa kalkma çabalarını, özlemlerini, yalnızlıklarını anlatıyor. Kimi zaman çok zor bir kararın altından kalkabilen kimi zaman vazgeçip pes eden kimi zaman da yenilen kadın kahramanlar bunlar. Öyküler benzer temalar hatta sahneler içeriyor. Birçok öyküde yağmur yağıyor sözgelimi. Bütün babalar iyi, yenik. Yolculuklar var, yeni bir hayat kurmak ya da büyük kararlar almak için zorunlu. Tüm bu benzerlikler, öyküleri ardı ardına okuduğunuzda tek bir metne dönüşmesini sağlıyor. Kitabın kapağını kapadığınızda tek bir karakterin uzun bir öyküsünü okumuşsunuz hissini yaşatıyor.
Akaltun’un dili sade, metni ekonomik. Uzun cümlelere gerek görmeden, akıcı bir dille göstermek istediğine odaklanıyor. Her bir öykü bir kadınlık hali için yazılmış adeta. Olaylardan çok o halin duygu durumunu yansıtıyor öyküler. Çıkışsız birçok hayat, çözülmeyen problemler, değişmeyen çok şey var bu öykülerde. Tüm olmaz’lıkların karşısındaki kadını, bu kadınların olduramadıklarını çok güzel anlatıyor Akaltun. Bütün bu kadınlar size çok tanıdık çok gerçek gelecek. Tüm çözümsüzlükleriyle trajik derecede gerçek. Kitap zaman zaman karamsarlığının dozuyla korkutuyor. Hiçbir çözüm göremeyen karakterler bir nevi hep aynı yenilgiyi yaşıyor.
Kitabın önemli temalarından birinin yalnızlık olduğunu söyleyebiliriz. Yalnızlıkla baş etmeye çalışan kadınların hikayelerini okuyoruz. Kitabın etkileyici bir öyküsü “Solgun Orospu Kırmızısı” da bu tema üzerine bir öykü. Taşındığı şehirde yeni bir hayat kurmaya çalışan karakterimizin yalnız günlerini okuyoruz. Günler geçerken çiçeklerin, kırmızı yağmurluğunun solduğunu, yalnızlığın bir delilik biçimi aldığını görüyoruz. Yalnızlıkla baş etmeye çalışmak demiştik. Bu öykünün karakteri yalnızlıktan kaçabilmek için birçok şey deniyor. Saatlerce sokaklarda geziyor, bakamadığı çiçekler alıyor. Öğlen matinesine film izlemeye gidiyor. Eşyaların yerlerini değiştirip duruyor. Evine gelmesini umduğu insanlar için terlikler alıyor. İnsanların umudumuz olduğunu çıtlatıyor bu öykü aracılığıyla yazar. İnsansız bir hayatın yerleşilemeyen bir ev gibi olduğunu gösteriyor. Birbirine uymayan, ortada kalmış eşyalar gibi yalnız birinin de öylece beklediğini görüyoruz. Sonunda tren garında sürekli gördüğü yalnız adamı takip etmeye, ona uydurma hayat hikayeleri yazmaya başlıyor karakterimiz. Uzaktan onu izlerken, ona hikayeler yazarken kendine de bir hayat yazıyor aslında. Olmayan, olduramadığı hayatını hikayelerle yaşıyor. Artık hikayelerin hayat olduğu yanılgısını yaşadıktan sonra yalnızlığın en tehlikeli biçimine dönüşüyor. Öykünün sonunda gardaki yalnız adamın sözü hepimiz için geçerli: “Yalnız değilsem, delirtemezdi hayat beni.” Akaltun yenilginin, yalnızlığın anlatılması en güç olan karanlık kısımlarını anlatmak istemiş ve keyifle okunan öyküleriyle de bunu başarmış gibi duruyor. Yazarın bir sonraki metnini merakla bekliyoruz.
Aklımdaki Yılan
Aklımdaki Yılan, Dorris Lessing’in Kedilere Dair kitabından bir alıntıyla açılıyor: “ …kedi yavrularını boğan, yılanı vuran, hasta tavuğu öldüren ya da beyaz karıncaların yuvasında kükürt yakan babam değil annemdi. Annem insanlığın, işlerin nasıl yürüdüğünü bilen takımındandı ve olayların gerektirdiği gibi davranırdı. Gayet sevimsiz bir rol.” Boşuna bu alıntıyla başlamamış kitap. Bütün annelerin “görevidir” diyebiliriz bu sevimsiz role. Ya görevidir ya da görevi olmak zorunda bırakılmıştır. Yuvaya zarar verebilecek olan her şeyi düşünen ve çaresine bakan annedir. Çocuğa sevimsiz gelen bu işler, çocuğun iyiliği içindir. Bu sevimsiz rol, anneyi çocuğun gözünde sıkıcı ve kontrolcü yapar. Ama annelik buna içerlememeyi de gerektirir. Boşuna birçok anne kızına, anne olduğunda beni anlayacaksın dememiştir.
Tam da bunu anlayan bir kitap, Hatice Meryem’in Aklımdaki Yılan’ı. Her öykü, annelik halinin bir başka resmi adeta. Aynı zamanda evlat olmanın da çeşitli yüzlerini gösteriyor Meryem. Anne çocuk ilişkisini de farklı biçimlerde okuyoruz. Sekiz öykü var kitapta. Kitabın en farklı öyküsü sondaki “Aklımdaki Yılan”. Annelik hallerinden bahsetmiyor bu sefer yazar. İnsan zihninin karanlığından, korkularından bir öykü çatıyor. Kitaba tüm konsept dışındaki bir öykünün adını vermesi, hatta bu öykünün bu kitapta yer almasını başta yadırgasak da, aslında ad veren öykünün kitabı tamamladığını görüyoruz. Adeta diğer öykülerin önermesinin altına çiziyor. Bu öyküyle bütün karakterlerin akıllarındaki yılanı fark ediyoruz. Korkularını görüyoruz. Anneliğin nasıl korkulu bir hal olduğunu keşfediyoruz.
Kutsal annelik değil, aşağı görülmüş, basite indirgenmiş bir annelik de değil. Meryem’in öykülerindeki anneler hep ikisinin ortasında. Hatta bu ikilik arasında sıkışmış ve telaşla “anne” olmaya çalışan kadınlar. Anne olmak yetmiyor. “İyi anne” olmaya çalıştıklarından ve olamayacaklarının endişesine kapıldıklarından yorgunlar. Özellikle ilk öykü “At Kürt Uçurtma Şenlik"te çocuğuna eğlenceli bir gün geçireceğine söz vermiş bir annenin sözünü tutmaya çalışmasını okuyoruz. Planları istediği gibi gitmiyor ve aksilikler onun tüm “iyi anne” olma çabasını bozuyor. Çocuk öğretmenince ve diğer velilerce, hiperaktif olmakla eleştirilmiş. Üstüne öğretmen tarafından durumun vehameti abartıldıkça abartılmış. Hemen suçu kendisinde arıyor anne. Sonra başlıyor bir “iyi anne” olma telaşı.
Annenin çocukta gördüğü kendi çocukluğudur aynı zamanda. Bir yandan da kendi annesi vardır bu ilişkinin geri planında. Etrafındaki anneler, öğretmenler, kendi annesi ve kendisi arasında acımasız kıyasa başlar. Çocukluğunda yaşadığı eksiklikleri, olumsuzlukları yaşatmamaya çalışır. İyi anne olma korkusunun temeli budur. Bu korku, kendi annesini acımasızca eleştirmesine yol açabilir. “Miras” adlı öykü de bu temanın etrafında dönüyor. Annemizden bize, bizden çocuğumuza kalacak olan mirasın ne olduğunu düşünen karakterimizin annesiyle hesaplaşmasını okuyoruz. Çocukla anne arasındaki o gerilimli ilişkinin tüm hatları ortaya çıkıyor bu öyküde.
Meryem bütün bu korkuları, annelik ve evlat olma hallerini bilindik kalıplarla yazmıyor. Tüm bu anneleri kutsallıkla harelendirmek ya da yaptıklarını, olduklarını küçümsemek değil yaptığı. Olduğu gibi göz önüne sermek. Fakat çoğu zaman, görüyoruz ki yazar annenin tarafını tutuyor. Öykülerin sonunda karakter de yazara katılıyor. Hatta okur olarak biz de. Bir yandan korkutucu bir şey bu korkulu anne halleri, bir yandan da bu kadınların baş edişlerini görmek olumlu duygular yaratıyor okurda. Çok gerçek bu yüzden. Korkularıyla, çabalarıyla gerçek annelik halleri bunlar. Meryem, anneliğe atfedilmiş tüm klişelere karşı yazmış bu kitabı. Değilse bile, okuyan birçok kişiyi annelik hakkında düşündüreceği açık.
Meryem’in dili kullanımındaki kıvraklık ve mizah unsuru da var bahsetmemiz gereken. Bu endişeli ve telaşlı kadınların mizahi yanını ortaya koyması çok başarılı. Anneliğin güzel yanlarına vurgu yapmayı da unutmuyor. Kısacası, annelik halinin bütün yanlarını resmediyor. Meryem’in beşinci kitabı, Aklımdaki Yılan. Erkeklere Methiye, Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun gibi biçimsel olarak farklı metinler de üretmiş bir yazar Hatice Meryem. Mizahın onun kaleminin her daim bir parçası olacağı daha önce yazdığı kitap isimlerinden bile belli.