Melek Ekim Yıldız'la Çevrimiçi Söyleşi

Şengül Can
Dürüst olmak gerekirse, kendini uzun süre yazmamak için tutmuş; bir noktada bunu neden yaptığını unuttuğunu hatırlamasıyla birlikte sözcüklerin ve yazının boyunduruğu altına girmekten başka çaresi kalmamış biri olarak, yazdıklarının hangi yoldan başka insanlara ulaştırdığının önemli olmadığına karar vermiş bir yazar olduğumu itiraf etmem gerekiyor. Bu noktada yazdıklarımı internet aracılığıyla, onları okumak isteyecek kişilere ulaştırmak, bana kolay gelmiş olmalı diye düşünüyorum.

Şengül Can: Melek söze şuradan başlamak istiyorum. Görünür olmayı sevmeyen bir tarafın var. Yazdıklarını da genelde internette yayınlıyorsun. Elimizde internet olduğu sürece ürünlerine ulaşabiliyoruz. Ama biyografik bir bilgiye ulaşmak pek de mümkün değil. Biliyorum bir yazar için zor bir soru belki ama? Bize biraz kendinden bahseder misin?

Melek Ekim Yıldız: Evet, Şengül. Epeyce zor bir soru. Görünür olmayı sevmiyor muyum gerçekten, diye şöyle bir düşününce; evet sevmiyorum, diyerek kestirip atma fikri zihnimden geçmedi diyemem sorunu nasıl yanıtlayacağımı düşünürken. Sonra yazmanın ve yazdıklarını -kendini olabildiğince geri plana atarak da olsa- insanlara ulaştırmaya çalışmanın da bir tür görünür olma çabası olabileceğini düşündüm. Sanırım, epeyce önce kendimle, kendime dair neyin görünür olması gerektiğine ilişkin, giriştiğim tartışmanın sonucudur bir birey olarak görünür olmaya çalışmak yerine, yazdıklarını görünür kılma çabasına girmek.

Dürüst olmak gerekirse, kendini uzun süre yazmamak için tutmuş; bir noktada bunu neden yaptığını unuttuğunu hatırlamasıyla birlikte sözcüklerin ve yazının boyunduruğu altına girmekten başka çaresi kalmamış biri olarak, yazdıklarının hangi yoldan başka insanlara ulaştırdığının önemli olmadığına karar vermiş bir yazar olduğumu itiraf etmem gerekiyor. Bu noktada yazdıklarımı internet aracılığıyla, onları okumak isteyecek kişilere ulaştırmak, bana kolay gelmiş olmalı diye düşünüyorum.

Melek Ekim kimdir, nasıl bir yaşantısı var, ne iş yapar gibi soruların yanıtlarının önemi olabileceğini (şu ana kadar) düşünmemiş olmalıyım. Sanırım sürekli kendinden söz etmenin, kendini ve hayatını sergilemenin çok yoğun ve giderek bana çiğlik gibi görünen örneklerine sıkça rastlıyor olmamın yarattığı -belki de aşırıya kaçan- 'onlar gibi olma' tedirginliğinden kaynaklanıyor, biyografik bilgileri gerekli görmeyişim.

Yine de şunları söyleyebilirim: Ankara'da yaşıyor, bir özel öğretim kurumunda felsefe öğretmenliği yapıyor, sokakta yanımdan yöremden geçen insanlarınkinden çok farklı olmayan bir yaşama, ayakta kalma, kendini var kılma mücadelesini sürdürmeye çalışıyorum.

Şengül Can: "Yazmamak için tutmuş olmak." Bunu biraz açıklar mısın ve bu durumda yazı ile olan ilişkin konusunda ne söyleyebilirsin? 

Melek Ekim Yıldız: “Yazmamak için tutmak." Öyle dedim değil mi? Yazmanın, içine daldırmak için parmaklarını hazır tuttuğun, bir yara avcılığı olduğunu ta o zamandan biliyorum, diyelim. Bilgi değilse de oldukça güçlü bir sezgiydi sanırım. Kendine ve başkasına ait yaraların izini sürmek ve bulduğunda da parmaklarını sokabildiğin kadar derine sokmak olduğunu düşünüyorum yazmanın. Bunun çok da sağlıklı bir şey olmadığının da farkındayım. Hoş, genelde insana dair eylemlerin, özelde de yazma biçimlerinin hangisinin sağlıklı olduğu konusunda sınır çizilebilir mi, bundan da çok emin değilim. Yazmak ve tutku arasındaki o tuhaf ve sıkı ilişki çoktandır dile getiriliyor pek çok yazar ve okur tarafından. Hani, "kendini yıkarak yazma" söyleminin altında çok gerçek bir şey olduğunun farkındayız. 

Bu durumda yazmak, bir tür göze almaya dönüşüyor. Soyma ve soyunmanın ortaya çıkarabileceklerini göze almak, diyelim buna.

Şengül Can: Melek, bu yazma hali bir tür yüzleşme mi? Söylediklerin beni Woolf'un şu tespitine götürdü. "Çalışmayı kestiğim an daha da, daha da dibe çökersem gerçeğe ulaşacağımı hissediyorum. Tek hafifletici yanı bu; bir tür soyluluk. Ağırbaşlılık. Bizim için hiçbir çıkar yol olmadığı gerçeğiyle yüzleşeceğim -hiçbirimiz için hiçbir çıkar yol yok. Çalışma, okuma, yazma hepsi büründüğümüz kılıklar, ve de insan ilişkileri. Evet, çocuk sahibi bile olsak yararı olmazdı." 
Ben buradan yazıyla ilişkine dair biraz daha konuşmak istiyorum. Yazmamak, yaşamamak, nasıl hissettiriyordu? Kimi zaman hiç yazmamış olmayı tercih eder miydin?

Melek Ekim Yıldız: Kendime, "artık yazabilirsin" iznini verdiğim güne kadar geçen zamanı düşündüğümde, yazmıyor -yazamıyor değil, çünkü yazmamak bilinçli bir tercihti o dönem-  olmanın bir eksiklik olduğunu düşünmeyecek şekilde yaşamaya çalıştığımı hatırlıyorum. Sanırım yazmaya sıra gelene dek, yaşama; hani yaşarken hakkını vererek yaşamanın meşguliyeti, yazmıyor olmayı bir sorun olarak görmememi sağlayacak bir ikna malzemesiydi benim için. Henüz olmamış bir şeyin eksikliğini hissetmezsin'e ikna etmiştim kendimi; ta ki oluş başlayana kadar. Onu, oluş'u hissedersin ama. İçindeki kıpırdanışı, zihnindeki kaşıntıyı, gördüğün, kokladığın, dokunduğun dış dünyanın; görünmez elinin zihnindeki bir noktayı usulca iteklediğini. Söz'le ilişkinin değiştiğini fark eder, bu değişikliğin bir dayatmaya dönüşeceği anı beklersin. Çünkü her varlık, var olmanın -kendince- en mükemmel biçimine evrilmeye çalışır.

Bu noktada, Antik Çağ'ın ilk plüralist filozofu Empedokles geliyor aklıma. Evrenin toprak, su, hava ve ateşten geldiğini iddia eden ve yaşamına son vermek için, kendini aktif haldeki Etna'ya verdiği söylenen filozof. Bu, yani aktif bir yanardağa atlamak nasıl mümkün olabilir bilmiyorum ama, filozofun var olmakla ilgili akıl yürütmelerinin eyleme dönüşmüş halidir bence. Yanardağda yok olmuş bir bedenin önce ateşe, ardından havaya, oradan suya ve derken toprağa yayılacağını hesap etmiş olmalıydı diye düşünüyorum. İşte benim de, kendime, "artık yazabilirsin" dediğim gün, kendi Etna'ma balıklama daldığım gün oldu sanırım. Var oluşumda eksiklik olduğunu kabul etmek istemediğim bir eksikliği, "bütün" kılma çabasının önünün açıldığı an.

Keşke hiç yazmasaydım, dediğim anlar oldu mu? Evet Şengül, oldu elbette. Hani demiştim ya, yazmak bir anda kendine ve başkalarına ait yarayı parmaklamaktır, diye. Kiminde parmakları, içine daldırdığı yaradan çok acıyor insanın. İşte o zaman, yazmaktan vazgeçmenin mümkün olmasını dilediğim oluyor. İmkânsızı dilemenin verdiği acı da cabası. Kraterin ağzında duruyorsun ve artık geri dönüş olmadığının pekala da farkındasın. Durduğun yeri kabullenmekten başka çıkarın yok, diyorsun kendine. Ve o anda bütün bunların, yani o yazmasaydım keşke'lerin vs koca bir şımarıklıktan başka bir şey olmadığını anlıyorsun. Yazmasaydım keşke'ymiş! İşte böyle bir söyleşinin sorularına düşünülmüş, kendince okkalı cevaplar vermeye çalışırken yakalayıveriyorsun kendini. Yazıyor, yazabiliyor olmanın her varlığa nasip olmayacak ikili bir oluş'u; aynı anda özne ve nesne olmanın deneyimini yani, yaşatıyor olmasının büyük bir sevinç olduğunu itiraf edebilecek misin bakalım, diyorsun kendine. Keşke hiç yazmamış olsaydım, demek - en azından benim için - güzel olduğunu bilen bir kadının, çevresine sürekli çirkinliğinden dem vurarak güzelliğinin altını çizdirmeye çalışmasına benziyor. Evet, keşke hiç yazmamış olsaydım ve yazabildiğim için minnettarım.

Şengül Can: Melek buradan çalışmalarına geçmek istiyorum, seni internet sitelerinden (http://www.borgesdefteri.blogspot.com.tr/ , http://www.yersizyurtsuz.com/)  bloglardan (http://kisaltilmishikayeler.blogspot.com.tr/, http://www.ucrenksanat.blogspot.com.tr/) ve dergilerinden takip edebiliyoruz. Bunun dışında başka çalışmalar da var mı? Neler söylemek istersin?

Melek Ekim Yıldız: Daha çok internet üzerinden yayın yapan site ve bloglarda yer alsam da, aslında basılı dergilerde de yayımlanan öykülerim oldu. Eksik hatırlamıyorsam bunlar; Mecaz, Akköy Dergi, Eliz Edebiyat, Öykü Teknesi, Öteki-siz gibi dergilerdi.
Ama haklısın, öykülerim internet yayını yapan sitelerden izleniyor. Kısaca bu sitelerden söz etmemi istiyorsun sanırım.
Önce "defter" ile başlayalım. İçtenlikle söyleyebilirim ki, bir yazar olarak Borges Defteri'nde doğdum. Daha önce dile getirmemiş olabilirim ama defter benim yurdumdur bu anlamda. İnternet yayını yapan edebi oluşumların en eski ve bana göre en iyilerinden biri olan defter, gerek dünyaya ve sanata bakışı gerekse de yazarı-okuru sarmalayan tutumuyla yalnız benim için değil pek çok okur-yazar için bir anlamda okul-yuva işlevi görmüştür. Edebiyatın üzerinden hiç ayırmadığı yüzünün hem doğuya hem de batıya dönük oluşu; Poetic Mind adlı oluşumun çatısı altında Türkçeye kazandırdığı şiir ve metinlerle, kendi ölçüleri çerçevesinde önemli bulduğu genç yazarları desteklemesiyle önemli ve değerlidir defter ya da kendisini tanımladığı biçimiyle “rüzgara savurulan” o güzel “zerre”. Yazdıklarımı paylaşma ve yazma inadımı korumamda  büyük paya sahiptir. Gönül bağım da bakidir.
Süje, sevgili Kıvılcım Vafi'nin hoş ve geri çevrilmesi olanaksız davetiyle dâhil olduğum bir oluşum. Hoş, birkaç öykümü paylaşmak dışında bir katkım olmasa da aralarında yer almaktan sevinç duyuyorum. Süje'nin kendini, "Tekelleşen Sanat'a alternatif, okunabilirliği ticari kaygılar olmadan 'dijital ortamla' geniş kitlelere yaymayı ilke edinen ve sanatın 'gerçek özgür' boyutunu dil/teknik bağlamında kısıtlama/belirleme getirmeden sunan kolektif bir çalışma" olarak tanımlaması ve söz konusu ilkelerinden taviz vermeden yayın yapması bana çok anlamlı ve önemli geliyor. Tüm köşe başlarının tutulduğu, yazarının- yayımcısının bir anlamda ticarete soyunduğu bir edebi ortamda Süje gibi bir oluşumun temiz hava ihtiyacındaki okur ve yazar için bir tür vaha olduğunu ve Süje’de, oldukça hoşlandığım bir alçakgönüllülük olduğunu düşünüyorum. 
Üçrenk Sanat'a gelince... Şöyle bir düşünelim: bir grup insan çıkıyor ve "yazara değil esere inan" diyor. İsmini, kimliğini, egonu yok sayarak yazabilir misin, diye soruyor. En önemlisi yazdığının mülkiyetinden vazgeçebilir misin? Bu böbürlenmeyen meydan okumanın altındaki düşünceye inanan insanların yarattığı bir başka vahadır Üçrenk Sanat. Sitede ve sitedeki eserlerden  derlenmiş Üçrenk Seçki kitabında yer alan her bir isimsiz kalemle tek tek gururlanıyor, inatlarına ve inançlarına hayranlık duyuyorum.
Son olarak Kısaltılmış Hikâyeler'den söz edeyim. Bir hikâyeyi üç beş cümle, hatta sözcükle anlatabilir miyim merakımın sonucu olarak ortaya çıkan kişisel blogum. Ya da kişisel deliliğim diyelim. Okunur muyum, insanlar okur mu derken hiç beklemediğim bir okunma desteğiyle karşılaşınca için için sevindiğim, 'kendine ait oda'm. Kısaltılmış Hikâyeler ile ilgili daha fazla ne söylesem ayıp kaçacak kendi gözümde. Yalnızca Woolf’un, "kendine ait bir oda" ısrarında epeyce haklı olduğunu anlamamı sağlayan bir blog olduğunu söyleyebilirim Kısaltılmış Hikayeler’in.

Şengül Can: Melek az çok yayinevlerine dair görüşlerini tahmin edebiliyorum, piyasa koşullarına bakış acını. Peki, dosya hazırlamayı düşündün mü buna rağmen? Ya da şöyle söyleyeyim, kitap bastırmayı? İlerde böyle bir çalışman olursa e-kitabı mı tercih edersin? Yoksa kitaplardan vazgeçmek mi?

Melek Ekim Yıldız: Şengül, kitap yayımlamak konusu arada bir dostlardan "haydi artık bir kitap" uyarısı geldiğinde şöyle bir aklıma düşüyor ama sanırım gerçek bir istekten beslenmediği için, geçip gidiyor. Böyle bir istek duyar mıyım günün birinde, bilmiyorum. Şimdilik odaklandığım tek şey yazmak. Kim bilir belki de, yayınevlerinin politikaları, pazarlama stratejileri, şu atölyeleri ve benzer olaylar içimi bulandırmasındandır kitap fikrinin şu an için uzak gelmesi. E-kitap da düşündüğüm bir yol olmadı. Yazdıklarımı kitaplaştırmayı gerçekten istediğimde ilke ve fikirlerime ters düşmeyecek bir yol bulurum nasılsa, diyorum kendime. Bulamazsam da sorun değil gibi bu günkü bakışımla. Kitaplardan bir okur olarak vazgeçmem düşünülemez elbette.

Şengul Can: Okumalarına gelmek istiyorum, son zamanlarda takip ettiğin dergiler, fanzinler, siteler, yazarlar?

Melek Ekim Yıldız: Şengül, çıktığı günden bu yana hiç aksatmadan takip ettiğim tek süreli yayın Felsefelogos dergisi. YKY'den çıkan Cogito'yu ise dosya konusuna göre izliyorum. Son dönemlerde Peyniraltı adlı dergiyi ve Şerhh dergiyi izlemeye çalışıyorum. Zaman zaman Öykü Teknesi, Üç Nokta ve dosya konusu ilgimi çeken dergileri de izliyorum. İnternet üzerinden izlediğim edebi oluşumlar arasında Borges Defteri, Kaos Çocuk Parkı, Süje, Üçrenk Sanat, Sabitfikir gibi siteler var. Dünya öykücülerini izlemeye çalışıyor; Platonov, Blanchot, Nabokov okumadan rahat edemiyorum.

Şengül Can: Melek özellikle bloglarından takip ettiğim kadarıyla edebiyat ile diğer disiplinleri de birlikte kullanıyorsun, bu alanlara nasıl bakıyorsun, çalışmaların ya da buna dair planların var mı?

Melek Ekim Yıldız: Şengül, aslında denemeler yapıyorum. Farklı ne yapabilirim, kendimi, dilimi ya da yazarken kullandığım yöntemleri değiştirebilir miyim, merakı kendimi zorlamaya itiyor. İşte, zihnimdeki öyküleri kısaltabilir miyim sorusu Kısaltılmış Hikâyeler'i getiriyor beraberinde. İzlediğim yazarlardan birinin yazdığı haiku'ları okumaktan keyif aldığımı fark ediyorum. Acaba ben de yazabilir miyim sorusuyla küçük denemeler yapmaya başlıyor; yapabildiğime inanırsam üzerine gidiyorum. Biraz felsefeden, biraz mantık biliminden yola çıkıyorum; şiirden beslendiğim oluyor. Sanırım sınırlarımla oynamaktan hoşlanıyorum. Kendine ait bir dil arayışıyla herkesin olabilecek bir dili yakalamaya çalışıyorum. 
Uzun uzadıya planlar yaptığımı söyleyemem. Anlık sorular, meraklar bir yandan, zaten açılmış yollardan kendime özgü adımlarla yürüyebilir miyim’den çıkıp, yepyeni bir yol açabilir miyim’e ulaşan çabam diğer yandan; büyük bir açlık hissiyle zihninin yetebildiği her şeyi içinde evirip çevirip dışarıya senden bir şey olarak çıkarma arzusunun zorlayıcılığı başka  bir yandan, savruluyorsun. Bu savrulma hissini tutkuyla sevdiğimi biliyor ve ona izin veriyorum sadece.